025  Toplumların mânâ önderleri

Değerli Kardeşim

Yaratan'ı akıl yoluyla anlamaya çalışmak ve O'nu Fıkıh kitaplarındaki bütün sıfatları ve esması ile bilmek de, kuşkusuz, Marifetullah'ın önemli bir adımıdır. Ancak bu bilgi, Rabbini yakînen bilmek isteyen samimi bir mümin için asla yeterli değildir. Bu bilgi ancak kalbî olarak Rabbini tanıdıktan sonra tamamlanır.

Marifetullahın üçüncü aşaması kalben Rabbini bilmektir ki bu, Allah'ı bilmenin en önemli aşamasıdır. Çünkü kalb Rabbini tanıdığı zaman, "iman" da olgunluk noktasına ulaşmış olur. Artık bu noktada kalb şek ve şüphelerden arınmış, Allah (c.c.)'ın varlığı konusunda duyulan bütün tereddütler ortadan kalmış, gerçek bütün haşmetiyle açık ve duru biçimde kalbde tecelli etmiş olur. Ve bu noktadan sonra artık hiç kimse o kişiyi imanından döndüremez.


# Tasavvuf, dinin mânâ ve özüdür

Değerli Kardeşim,

Marifetullahın bu üçüncü aşaması, ancak tasavvuf terbiyesi ile aşılır. Tasavvuf, dinin mânâ ve özüdür. Fıkıh, dinin "şeriat" denilen görünen amelî yüzünü öğretir. Tasavvuf ise, o görünen yüzün gerisindeki mânâ ve özü, yani dinin "hakikat"ını kavratır. Ki dinin bu görünmeyen kalbî tarafı, İslam'ın temelini ve esasını oluşturmaktadır. Bir müslüman fıkıh terbiyesi ile dinin biçimsel yönlerini, yani namazın nasıl kılınacağını, abdestin nasıl alınacağını, komşulara nasıl davranılacağını, alışverişte nelere dikkat edileceğini öğrenir. Sonra da Rasulullah Efendimizi temsilen bir Mürşid-i Kâmil'e tabi olur. Onun sohbet ve öğütleri ile, onun gözetim ve denetimi altında, Rasulullah Efendimizden gelen feyizleri edinir, onları özümser; bir nefis ve kalb terbiyesinden geçerek yaptığı ibadet ve taatlerde "ihlas" sahibi olmayı, Allahü Tealâ'yı doğru bir şekilde tanımayı ve Allah'tan korkan müttaki bir kul olmayı öğrenir. Böylece, dinin görünen amelî yüzü ile, görünmeyen kalbî yüzü arasında bir uyum ve bütünlük sağlanmış olur. O sebeple bu iki eğitim, birbirinin tamamlayıcısıdır. Biri olmadan diğeri olmaz. Olsa da o olan şey dini tam olarak yansıtmaz.

Dinin görünen ve görünmeyen yüzleri arasında böyle bir bütünlüğün sağlanması, bir başka ifade ile, Müslümanım diyen kişilerin davranışlarının samimi bir iman temeline dayanması ve müslümanların Rablerini yeterince tanıyıp ihlas (iman, iş ve sözlerde samimiyet) ve takva (Allah korkusu) sahibi olmaları; dini hayatımız bakımından olduğu kadar, siyasi, iktisadi ve toplumsal hayatımız bakımından da çok büyük bir önem taşımaktadır. Bugün hangi olaya baksak, çektiğimiz birçok sıkıntıların, insanlarımızın imanlarında yeterince samimi olmamalarından ve Allah korkusundan yoksun bulunmalarından kaynaklandığını görüyoruz. Sözde hepimiz Müslüman olduğumuz halde bugün toplumumuzda hayasızlık, utanmazlık, yalan dolan, ihanet, sözünde durmama, riya, gösteriş, borcunu önemsememe ve hatta üzerine yatmaya çalışma, üçkağıtçılık, gasp, rüşvet, devlet olanaklarını kullanarak servet edinme gibi şeylerin oldukça yaygınlaşmış olması hep bu iman samimiyetsizliğinden ve Rabbini yeterince tanımamaktan ileri gelen olaylardır. Şimdi şöyle bir düşünün, gerçekten Rabbini bilen ve bir Ahiret hayatına inanan, kısaca ağzından çıkan her sözün ve yaptığı her işin hesabinı vereceğine inanan bir insan, hiç böyle şeyler yapabilir mi?


# Nefis ve kalb terbiyesi, tüm insanlık için büyük önem taşır

Onun için amacına ulaşmış bir nefis ve kalb terbiyesi, hem bizim toplumumuz hem de tüm insanlığın huzur ve esenliği için çok büyük bir önem taşımaktadır. Geçmiş yıllarda bu işi Yesevî'ler, Yunus'lar, Mevlana'lar, Ahi Evran'lar yapmışlar ve toplumumuzu bu tür kötü durumlara düşmekten kurtarmışlardı. Bugün birçok insan zamanımızda artık bu tür mânâ önderlerinin kalmadığını düşünmektedir. Bu çok yanlış bir düşüncedir. Her ne kadar beynelmilel odakların insanların dini duygularını kullanarak toplumları kendi siyasi amaçları yönünde biçimlendirmek için ortaya çıkardıkları sahte şeyh ve mürşitler ve bunlara karşı devletimizin çeşitli önlemler almak zorunda kalması yüzünden milletimizin bu mânâ önderlerine olan güveni yok edildi ise de gerçekte bugün de bu manevî eğitim devam etmektedir. İlahi Rahmet yeryüzünden hiçbir zaman kesilmez. Allahü Tealâ, önceki kullarına a]]]]yrı, sonraki kullarına ayrı muamele etmez. Böyle düşünmek, O'nu ve O'nun rahmet ve adalet sıfatlarını yeterince bilmemekten ileri gelir. Yaratan yeryüzünü hiçbir zaman boş bırakmaz. Asrı saadette Rasulünün kalbinden yayılan ilahi feyizlerle nasıl o zamanda yaşayan tüm insanları nasiplendirdi ise, bugün de, onun varisleri olan evliyaullah vasıtasıyla bu ilahi feyizleri ve rahmetini tüm dünyaya yaymaktadır. Bu ilahî rahmet ışığı, elbette, kıyamete kadar da ışımaya devam edecektir.

Değerli okuyucularım, tasavvuf eğitimi, hiç kuşkusuz İslamî eğitimin en önemli bölümünü oluşturur. Çünkü bu bir "kalb eğitimi"dir. O sebeple, bu güçsüz ve değersiz kardeşiniz, önce bu kalb eğitiminin uzmanları olan Mutasavvıfları ve onların topluma anlatmaya çalıştıkları şeylerin neler olduğunu iyi bilmekte büyük yarar olduğunu düşünüyorum.


# Tasavvuf eğitiminin temeli, ehl-i suffe'ye dayanır

Daha önceki yazılarımdan hatırlayacaksınız; İslamî bilimler esas olarak beş ana bölümden oluşur: Kur'an ve Tefsir, Hadis, Kelâm, Fıkıh, Tasavvuf ve ahlâk. Tasavvuf bilimi adını, suffe (sofa) kelimesinden almıştır. Onun ahlâk bilimi ile bir arada mütalaa edilmesi ise, temiz ve imanlı bir kalb ile, edep ve güzel ahlâk arasında mutlak bir bağlantı olmasından kaynaklanmaktadır.

İslam'ın ilk bilim müessesesi, Rasulullah Efendimizin Medine'ye hicretinden sonra yaptırdığı mescidin bitişiğinde bulunan ve hurma dallarıyla örtülü bir sundurmadan ibaret olan "suffe" denilen bölümüdür. Burada genellikle Medîne’de evi barkı olmayan fakir talebelerle, İslâmiyeti öğrenmek için başka memleketlerden gelen Müslümanlar kalır ve bunlara "ehl-i suffe" veya "ashab-ı suffe" denirdi. Sayılarının zaman zaman dört yüze kadar çıktığı bildirilen bu sahabiler, Peygamber efendimizin yanından hiç ayrılmazlar, namazlarını devamlı Peygamber efendimizle kılarlar, o'nun sohbetlerinden feyizlenirler ve bütün zamanlarını Kur'an-ı kerim öğrenmek, Hadis ezberlemek, ilim öğrenmek ve öğretmek ile geçirirlerdi. Rasulullah Efendimiz;

"Benim bu mescidime gelen, ancak hayrı öğrenmek veya öğretmek için gelir. O, Allah yolunda cihâd eden kimse gibidir."

buyurunca, Mescid-i Nebevî ve Suffe kısmı bir ilim yuvası hâline geldi.[1]

Kendisi de ashab-i suffeden olan Sad bin ebi Vakkas hazretlerinin, "Rasûlullah bizden bazılarımıza, ayrı ayrı sayılarda ayrı ayrı esmalar telkin etti. Ben parmak hesabı yapmada şaşırıyordum, bir ipe 33 tane düğüm attım, onunla saymaya başladım"[2] şeklindeki ifadeleri, Rasulullah Efendimizin onlara yalnız amelî bilimleri öğretmekle kalmayıp aynı zamanda zikirle kalbî bilimler üzerinde de uygulamalar yaptırdığının en eçık delilidir.


# Nefis ve kalb terbiyesini esas alan uygulamalar, Rasulullah ile başlamıştır

Abdullah ibn Abbas (r.a.)'tan rivayet edildiğine göre:

"Allah Elçisinin zamanında, farz namazlar bittikten sonra yüksek sesle zikir yapılırdı!" [Buhari, Ezan, 465]

Diğer yandan Hz. Ali, bir sabah namazından sonra Küfe mescinde Ashab-ı Kiramı anlatmak için:

"Sabah olup Allah’ı zikrettiklerinde de, rüzgârlı günde sallanan ağaç dalları gibi sallanırlardı! Gözleri yaşarır ve elbiselerini ıslatacak kadar ağlarlardı!" [İbn Kesir, Ebu Nuaym] diyor.[3]

Bütün bunlar, tasavvuf eğitiminin Rasullullah ile başladığını, ancak nefis ve kalb terbiyesini esas alan bu uygulamaların sonradan terk edilerek yalnız tasavvuf ehli mürşitler tarafından kendilerinden biat alınan dervişlerce sürdürülen bir eğitim haline geldiğini göstermektedir.

Tasavvuf her ne kadar adını Ashab-ı Suffedan almış ise de, Rasulullah Efendimizin varisleri olan Evliyaullah, sahip oldukları kalbî hal ve feyizleri, burada yetişen Suffe bilginlerinden çok, Ebu Bekir-i Sıddiyk Hazretleri ve özellikle de Şah-ı velayet olan Hazreti Ali Efendimiz aracılığıyla almışlardır. Hazreti Ali Efendimiz için Rasulullah:

"Ben ilmin şehriyim, Ali ise onun kapısıdır. Kim ilmi istiyorsa kapıya gelsin" [Tirmizi]

buyurdu.


# Mürşid-i Kâmil denilen mutasavvıflar, Rasulullahın varisleridir

Hazreti Ali Efendimiz, çocukluğundan beri Rasulullah Efendimizin terbiyesinde yetişmiş, Rasulullah Efendimize damat olmakla şereflenmiş, ondan hem amelî hem de kalbî bilimleri öğrenmiş zamanının en büyük arif, alim ve evliyalarından biri idi. Bu ilim ve feyzler, ondan, çoğu Rasulullah Efendimizin torunları olan 12 imam ve evliyaullah vasıtasıyla günümüze kadar ulaşmıştır. Böylece Adem aleyhisselamdan bu yana gelen İslamiyet; kalb ve davranış bütünlüğünü esas alan doğru çizgisini koruyarak, tüm insanlık için bir rahmet nuru olmaya devam etmiştir.

Rasulullah'tan gelen bu maddî ve manevî bilgiler, feyiz ve hallerle bereketlenen Allah'ın sevgili kullarına "Evliya" dendiği gibi, evliyaullah'ın irşad ile görevlendirilmiş olanlarına da "Mürşid-i Kâmil" denir. Mürşid-i Kâmil denilen bu Tasavvuf ehli bilginler, Rasullah Efendimizin amelî ve kalbî bilimler açısından varisleri olup Allahü Tealâ'nın insanları irşad (hak yolu gösterme, olgunlaştırma) ile vazifelendirdiği kişilerdir. Onlar, Rasulullah Efendimizden bu yana devam eden bir irşad zincirinin halkalarıdır. Onlar, toplumların mânâ önderleridirler. Her biri manevî buyrukla ve icazet ile görev almışlardır. Gene onların her biri Peygamber Efendilerimiz de olduğu gibi, Yaratan tarafından görevlerinin gerektirdiği karakter ve niteliklerle de donatılmışlardır. O sebeple birçok özellikleriyle Allah elçilerine benzerler. Ancak şu var ki, peygamber efendilerimiz günahlardan korundukları ve günaha düşme durumunda olduklarında Cebrail aleyhisselam tarafından açıkça uyarıldıkları halde, evliyaya böyle bir olanak sağlanmamıştır. Onlara ancak günahlarının farkına varmak ve tevbe etmek gibi bir olanak sağlanmıştır.


# Rahmet nurunu taşıdıklarından, onları gören Allah'ı hatırlar.

Evliya kulları için Allahü Tealâ, Kur'an-ı Kerimde:

"İyi bilin ki, Allah'ın evliyalarına korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar Allah'a inanmış ve O'na karşı gelmekten sakınmışlardır. Dünya hayatında da, ahirette de müjde onlaradır." [Yunus, 62-64]

buyurdu. Rasulullah Efendimiz de:

"Onlar öyle kişilerdir ki görüldükleri zaman Allahü Tealâ hatırlanır. Allahü Tealâ'nın öyle kulları vardır ki onlara nebiler ve şehidler imrenirler. .."

"Onlarla beraber olanlar şakî olmazlar."[1] buyurdu.

Rasulullah Efendilerimizden gelen edep, ilim ve feyzleri, kısaca rahmet nurunu taşıdıklarından, onları gören hemen Allahü Tealâ'yı hatırlar. Ve onlara tabi olup onlarla bir arada bulunanlar asla şakî olmazlar.

Allah'a emanet olunuz.

Dr. İsmail Ulukuş


-------------------------------
(1) Rehber Ansiklopedisi
(2) http://akademik.semazen.net/author_article_print.php?id=955
(3) http://www.mesajhaber.com/artikel.php?artikel_id=1138