036  Okuma özürlü toplumlar


Değerli okuyucularım,

Bir önceki yazımda sizlere Pakistan'lı araştırmacı Dr. Faruk Saleem'in, Müslümanların neden bu kadar güçsüz olduğunu inceleyen yazısını aktardım. F. Saleem, bu yazısında Müslümanların bu kadar güçsüz oluşlarının sebebini eğitim noksanlığına bağlıyor, ve sözlerini "Çok kesin biçimde söylersek, akılcı olmayan, din eksenli öğretim tekniği ve çağdışı eğitim" diyerek bitiriyordu.

Aslında bu ülkelerde din eksenli bir eğitim olduğunu söylemek de pek mümkün değildir. Eğer bu ülkelerde din eksenli bir eğitim olmuş olsaydı, insanlar Allah'tan korkarlar, ve bu ülkelerde yalan dolan, rüşvet, haksızlık, zulüm, adam kayırma, ahde vefasızlık, dolandırıcılık, cinayet, ırza tecavüz, hırsızlık gibi şeylerin isimleri bile duyulmazdı. Halbuki hemen her gün haber kanallarından bu tür haberler işitiyoruz.

Şimdi de lütfen gerçeklerden ne denli uzak olduğumuzu gösteren şu öyküye kulak veriniz:


# Bir eğitim öyküsü

Askerlik dönüşü Kastamonu Zirai Mücadele Müdürlüğüne atandım. Müdür Bey, odasına çağırdı, ve "Eğitim - Yayın dosyasını sana veriyorum", dedi. Gencim, kışladan yeni dönmüşüm, enerjim yerinde... Memnuniyetle kabul ettim. Ve hemen çalışmalara başladım. Araç-gerece ihtiyacım var. Araştırdım. Müdürlükte bana lazım olacak her şey var: Fotograf makinesi, Sinema ve Slayt makineleri, jeneratör, vs... Ambara atılmış, hepsi toz toprak içinde. Hepsini çıkarttım. Temizlettim. Bakımlarını yaptım. Hepsini çalışır hale getirdim. Taşıma sırasında sarsıntıdan bozulmamaları için özel ambalajlar yaptırdım. O zaman müdürlüklerde ulaşım, pikap ve ciplerle sağlanıyor. Yollar bozuk. 50-60 km yol gidince her şey toz içinde kalıyor. Cihazları iyi korumak gerekiyor.

Her şey tamamlandıktan sonra başladım köy köy, kasaba kasaba dolaşıp eğitime. Gündüz insanlar işlerinde olduğu için çalışmaları akşamdan sonra yapıyoruz. Önce hoparlörlerle anons yaparak köylüyü topluyorum. Sonra sinema makinesini kurup "Halk Eğitim Merkezi"nden sağladığım eğitici bir filmi oynatarak onların konulara yoğunlaşmasını sağlıyorum. Daha sonra da renkli slaytlarla "zararlı böcekleri", "hayvanları" ve "hastalıkları" tanıtarak nasıl mücadele edeceklerini anlatıyorum. Bir soru-cevap bölümüyle de toplantıyı tamamlıyorum. Vedalaşıp ayrılıyoruz. Tabii bu arada çiftçi mektubu, broşür gibi şeyler de dağıtıyoruz. Yetiştiriciler çok memnun. Çoğu yerlerde ilk defa köylerinde böyle bir eğitim çalışması yapıldığını söylüyorlar. Nerelerde eğitim çalışması yapıldı, kaç kişi katıldı, ne kadar çiftçi mektubu dağıtıldı gibi bilgileri de Bakanlığa rapor ediyoruz.


# Masa başında doldurulan istatistikler

Bir gün Müdür Bey çağırdı. Bakanlık, neden eğitim verileri düştü diye soruyor, dedi. Şaşırdım kaldım. Meğer benden önceki arkadaş, masa başında oturduğu yerden uyduruk yüksek rakamlarla raporları doldurup doldurup görderiyormuş... O yöreyi bilenler bilirler, Kastamonu'nun bini aşkın köyü vardır. Ama köyler küçüktür. Öyle nüfusu 400-500'ü bulan köy çok azdır. Köylerin çoğunun nüfusu 150-200 kişiyi geçmez. Böyle bir köye gittiğinizde de, eğitim için bir araya toplayabileceğiniz insan sayısı taş çatlasın 50-60 kişidir. İşte, değerli okuyucularım, ben gerçek rakamları vermeye başlayınca böyle bir sorgulama ile karşı karşıya kaldım.

Meslek hayatımda, sonraki yıllarda da bu tür uyduruk raporlara çok tanık oldum. İşte onun için ABD'nin uydu görüntülerinden hesapladığı verim tahminleri, çoğu zaman, bizim güya yerinde yaptığımız tespitlere göre hesapladığımız verim tahminlerinden daha doğru çıkar. Hiç doğru dürüst bir din eğitimi olsaydı, işlerimizde böyle yalan dolan olur muydu?


# Okuma özürlü toplumlar

Sistemli eğitim insana belli bir temel kazandırır. En iyi eğitim ise, kuşkusuz, insanın kendi kendini yetiştirmesiyle olur. Çevremizde kiminle konuşsak, söz okumadan açıldığında, "Ben okuma özürlüyüm" cevabını alıyoruz. Allahü Tealâ'nın ilk emri "oku!" olduğu halde Müslümanlar acaba niçin okuma özürlü olurlar?

Değerli okuyucularım, yaşlandıkça eskiyen yıllar, insana daha bir değerli gelmeye başlıyor. Antika paralar, antika pullar, antika eşyalar gibi. Geçen yıl fakülte arkadaşlarımızla bir araya gelerek şöyle bir hasret giderdik. Bir arkadaşımız da, taa Amerika'lardan katıldı toplantıya: Şükrü Kaya. Şükrü Kaya'yı bu güçsüz, fakülte yıllarında, Fransızca'nın o kendine has şivesiyle Fransızca temrinleri yaparken hatırlarım her nedense. Mezuniyetten sonra da kendisini yeni dünyaya atmış. Kendi deyimiyle, "Kırk kusur yıldır, ekmek davası için, Kuzey Amerika topraklarında, Kanada'da, ABD'de, yalnızca beynindeki kaslara güvenerek, yaşam gölünde tek başına kulaç atan modern bir Ulubat'lı Hasan olmuş." Kolay bir şey değil elbette tek başına Amerikalarda yaşam savaşı vermek.

Sevgili Çopçu'nun bu yazıların bir kopyasını Şükrü'ye aktardığı günden bu yana da değerli arkadaşımız bu güçsüze zaman zaman yazıyor eleştiri, görüş ve katkılarını. İslâm âleminin içinde bulunduğu durumu, gelişmiş ülkelerle karşılaştırmalı olarak anlatması bakımından, İslâm dünyasını bize göre daha kuşbakışı görme olanağına sahip olan bu dostumuzun aşağıdaki tespitleri ne kadar anlamlıdır:


# Kütüphanesiz evler

"Son 17 senedir Türkiye ziyaretlerimde kültürlü geçinen kitleler arasında çok kimsenin hayatlarını sadece bir memur maaşı almakla geçirdiklerine şahit oldum ve şaşırdım. Meselâ evlerini ziyaret edebildiğim arkadaşlarımın evlerinde bir referans kütüphanesi olmadığını gördüm. Ev içi mobilyası, halılar, dekorasyonlar gayet güzel; fakat ortada görünen bir kitap yok. Bir kişinin evinde ansiklopedi dizisi varmış. O da bir dolabın içinde gizlenmiş vaziyette duruyordu. Halbuki USA, Kanada gibi ülkelerde, entellektüel tabakaya ait şahısların evleri, her konuda kitaplarla dolu. Böyle referans kitaplarını evde tutmak ve kendi öz çocuklarına "okuma, öğrenme" zevkini aşılamak için mutlaka doktora yapmış bir kimse mi olmak lazım, yani?"

Değerli arkadaşımız, bir başka mektubunda da şunları söylüyor:

"Son zamanlarda, Türkiye'de tanıdığım ve tanıştığım entellektüeller de dahil çok kimsenin genel kültürlerinin medya (TV ve gazete) haberlerinden daha ileri gidemediğini ve kendilerine has özel bir görüşlerinin bulunmadığını da teessürle farkettim."

Yazık ki, bu söylediklerinin hepsi doğru. Çok az istisnası var.

Değerli okuyucularım, yaşadığımız hayat kesitlerinden sizlere aktardığım bu anekdotlar İslâm Dünyasının neden güçsüz olduğunu açık seçik ortaya koymuyor mu? Ama size bir şey daha söyliyeyim; bunlardan kötüsü de var:


# Yemekten başka bir şey düşünmeyen insanlar

Bu güçsüz, iki yıldan bu yana Antalya'nın Kırcami semtinde oturuyorum. Burada dükkan kiraları çok yüksek. İyi kazanamayan işyeri sahipleri kiralarını ödemekte zorlandıkları için dükkanlar sık sık el değiştiriyor. En kalıcı olanlar ise yeme içmeye yönelik olanlar. Her yer, Köfteci Falan, Kebapçı Filan, Kömürde Kızarmış Tavuk, Filanın Ev Yemekleri gibi levhalarla dolu. En iyi iş yapanlar bunlar...

Diğer yandan çevremdeki insanlara bakıyorum; hepsinin tek sohbet konusu yemek. Falanca yerde yediği balık çok güzelmiş... Filancanın kebapları çok güzel oluyormuş, ve benzeri şeyler... Ne ülkenin bölünmesi, ne İslâm aleminin içinde bulunduğu içler acısı durum, bu insanları hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Bazen o kadar bunalıyorum ki bu konuşmalardan, "Hay yediğiniz boğazınızda kalsın!" diyesim geliyor. Ve hep Rasulullah (s.a.v.)'in şu hadis-i şerifini hatırlıyorum:

"Bir zaman gelir, insanın bütün kaygısı midesi olur, şerefi mal, kıblesi kadın, dini para olur. Böyle kimseler, halkın kötüleridir." [Sülemi]

O günler geldi herhâlde.

Allah'a emanet olunuz.